BİLİNÇ ve BİLİNÇ DIŞI ÜZERİNE ARAL.A.ERSİN



BİLİNÇ VE BİLİNÇ DIŞI KAVRAMLARI ÜZERİNE:
-Bilinç her türlü istek, duygu, davranış ve değer yargılarımızın farkında olabilmemizdir..
-Bilinç dışı (bilinç altı) ise habersiz olduğumuz iç yaşantımızın, iç dünyamızın beklenti, duygu ve reaksiyonları dır. (insancıl ve vicdansal değerler bağlamında )
-Bilinçsiz olmak demek ise bilinç dışı içsel duygularımızın, korku ve isteklerimizin , içtepilerimizin var olması ancak bizim onların mevcudiyetlerinin farkında olmamamız demektir.
-Diğer bir ifade ile bilinç insanın kişiliğinin belli bir bölümünü, bilinç dışı ise yine insanın kişiliğinin farklı bir ama bilinmeyen, tanınmayan bir yönünü ifade eder.
-Bilinç düşünen, kıyaslayan, algılayıp yargılayan doğru ile yanlış arasındaki farkı çözebilecek akıl ile özdeşleşebilir.
-Bilinç dışı ise düşünmeden, önceden hesaplanmadan oluşan otomatik davranışlarla özdeşleşebilir.
Peki bireysel olarak veya toplumsal olarak bilincimiz nasıl oluşmakta ve gelişmektedir?
Bilinç özde değer yargılarının oluşturduğu bir hafızadır. İnsanın doğduğundan itibaren çevreden aldığı değerlerin bir inanca dönüşmesi ve yaşama uygulanması ile bilinç sahası oluşur. Konuyu düşünürlerden alıntılar da yaparak biraz daha irdeleyelim
İnsanlık tarihi boyunca en belirgin özelliğin küçük bir azınlığın çoğunluk üzerinde egemenlik kurması ve onları kendi menfaati doğrultusunda istismar etmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu sömürünün devamlılığını sağlamak ise sadece zor kullanarak mümkün değildi, Yapılması gereken çoğunluğun sömürülmeye gönüllü olarak katlanmasını sağlamak, gerçeği hiçbir zaman görmelerine imkan vermemekti. Bu ise ancak düşünmeyen kafalar ve bu kafaların uydurma, yalan, gerçek dışı şeylerle doldurulması ile mümkündü. Özellikle Din öğretilerinin baskıcı yönünü öne çıkararak toplumu kontrol altında tutmak en etkili yöntem oldu. ”Diğer taraftan toplumsal dengeyi koruma adına üretilen bu sosyal yalanların zaman içinde gelişen insancıl amaçlarla, değer yargıları ile ortaya çıkaracağı çelişkiyi de kamufle edip, gözden saklayacak yeni yalanlarla dengelenmesi gerekiyor, böylece çağın ve toplumun şartlarına göre yeni yalanlar üretiliyordu. ”.Yani özde hiçbir şey değişmiyor, sadece insanların bilincine yeni, pek çoğu düzmece ilave değerlerler yerleştiriliyor.
Topluma bu yanlış değerleri oluşturacak inançlar verildikçe, o topluma doğan her birey de bu inanç sistemi içinde yetişir ve gelecek nesilleri de aynı yönde şartlandırır. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Sokrates gibi İsa gibi pek çok düşünürün öldürülmesi tamamen eski inançların, değerlerin korunması, yeniliğe zihnin ve duyguların kapatılması gereği adına olmuştur.
Bugün bilincimizin çoğu gerçek dışı şeylerden oluşturulmuş bir “düzmece bilinç” olduğunu artık anlamak ve bu bilincimizi sorgulamak durumundayız. Ancak bu bilincimize yerleştirilmiş olan gerçek dışı değer yargılarını ayıklayıp gerçeği görebilmemizde yine toplumda mevcut bir mekanizma nedeni ile mümkün olamamaktadır.
Peki bu mekanizma nasıl çalışıyor?
Her toplum kendi var olma cabası içinde, kendi değer yargılarını, kültürünü geliştirmiştir. Bu değer yargıları ise iki ana kanaldan; algılama ve duygulanma yollarından gelişmiştir.(entelektüel zeka ve duygusal zeka) Yüzyıllar içinde o toplum içinde hangi değer yargılarının öne geçeceği, buna karşılıkta hangilerinin bilince ulaşmayacağını belirleyen bir sınıflandırma, kodlama sistemi zaman içinde kendiliğinden oluşmakta ve sonraki nesillere aktarılmaktadır. Bu sistem adeta toplumu şartlandıran bir süzgeç gibi çalışmakta, bu süzgeçten geçemeyen değer yargıları bilince ulaşamamakta, bu değerlere dayalı yaşamlar gerçekleşememektedir.
Alman asıllı Amerikalı psikiyatrist E.Fromm bunları toplumsal tabular, toplumların farklı mantık yapıları ve farklı dil faktörleri olarak sıralıyor.
1. Toplumsal tabular: Her toplumda değil, söze veya eyleme dönüşmesine, hissedilmesine dahi izin verilmeyen düşünceler, duygular vardır. Örneğin, güney doğuda hala geçerli olan kız evlada ailenin ölüm fermanı vermesi adetine bakalım.. Böyle bir kararın ne kadar haksız, itici hatta tiksindirici olduğu duygusunu bir aile üyesinin hissetmesi daha doğrusu bu hissini algılayabilmesi çok zordur. Çünkü doğumundan itibaren bu değerlerle adeta damgalanmıştır. Kaldı ki böylesine farklı bir duyguyu taşıması ailedeki üyelerin ortak duyguları ile uzlaşmaz. Bu farklı duyguyu algılayabilmek demek, o ailenin hatta o ailenin içinde olduğu toplumunda dışına atılmak demektir. Bunu bilen birey bu duygusunun bilincine düşünce olarak ulaşmasına yol vermek yerine, onu inkâr edip dışlayacaktır.( bu ise onda belki de kusmak gibi sebebini hiçbir zaman anlayamayacağı psikosomatik bir rahatsızlığı oluşturacaktır.)
Peki, toplumsal tabular niçin vardır?
Bir toplumu yönetenler veya söz sahibi olanlar o toplumun yaşamını sürdürebilmesi için inandıkları değer yargılarına toplumu oluşturan bireylerinde içtenlikle sahip çıkmalarını ister. Aksi halde farklı değer yargılarına sahip bireyler toplumun tutarlılığını bozacak şekilde kendinden beklenenin dışında davranabilecektir. Bu ise o toplumun alışa gelinmiş düzenini bozacaktır.
Her toplumda tabulara karşı çıkmanın bedeli en azından toplum dışına atılmaktır. Bu gerçeği Hz. Muhammed şöyle dile getirmiştir:
“Gerçeği istemek, gurbete düşmektir” (Abdülbaki Gökpınarlı Hz. Muhammed ve hadisleri)
Peki,  o zaman şu soruya cevap arayalım; Toplum dışına atılmak bireyi neden bu kadar korkutmaktadır?
Neden bu korku, yasaklanmış iç tepilerin bilince ulaşmasında bu kadar güçlüdür? Çünkü İnsan istese de istemese de, şöyle veya böyle diğer insanlarla ilişkilerini sürdürmek, onlarla bir arada yaşamak zorundadır. Farklı düşünce ve kanaatlere sahip olmanın gerektireceği mücadele, üzüntü ve yıpranma yanı sıra toplumun da dışına itilmeyi, yalnızlığı da getirecektir. Bunun yaratacağı korku bireyi öyle bir sarar ki, değil üzerinde düşünüp yorum ve eylem yapmak, düşünceyi başlatacak, oluşturacak olan hislerini bile reddeder.
2.Toplumların sebep-sonuç ilişkisini oluşturan düşünme kuralları da farklılıklar gösterebilir. Bir kültürde mantıksız (anlamsız) kabul edilen,  bir diğer kültürde mantıklı kabul edilebilir. Örneğin batıdaki Aristo mantığı, ( eşitlik yasası, karşıtlık yasası ) geçerli iken doğu da ise içinde karşıtları taşıyan paradoksal mantık geçerlidir. Sonuçta farklı düşünme kuralları farklı algılamaları, farklı değer yargılarını oluşturmaktadır.
3.Diğer bir unsur da farklı toplumların konuştuğu farklı dillerdeki kelimelerin ifade gücüdür. Bir kültürde duyguları ifade eden kelimelerin zenginliği veya diğerindeki yetersizlik de farklı yaşam biçimlerini oluşturabilir. Örneğin, İngilizcedeki “love” kelimesi vatan sevgisinden, evlat sevgisine, anne baba sevgisinden, aşık olmaya kadar bütün duyguları ifade ederken; Türkçe deki sevmek, muhabbet, aşık olmak hoşlanmak, farklı anlamlardaki duyguların karşılığı olabilmektedir. Sonuçta eğer bir lisanda o duyguyu dile getirecek kelime mevcut değilse, bir kimsenin de böyle bir duygusallığı fark edebilmesi, idrak edebilmesi ve o duygunun bilincine varabilmesi son derece zor olacaktır.
Bir başka örnek: Türkçe de “başım ağrıyor” derken, İngilizcede bu “ben bir baş ağrısına sahibim” şeklinde adeta mülkiyetçi bir ifade olarak dile getirilebilmekte bu mülkiyetçi duygu, mülkiyetçi yaşam biçimini de oluşturabilmektedir..(l have an headache)
Karl Marx’ın “insanların bilinçleri yaşama biçimlerini belirlemez, bunun tersine toplumsal yaşama biçimleri bireylerin bilinçlerini belirler” dediği gibi bireysel bilinçte, bilinç (altı) dışı da toplumca şartlandırılmakta, biçimlendirilmekte, damgalanmaktadır..
Demek ki yukarıda bahsedilen farklı toplumsal süzgeçlerden ancak geçebilen düşünceler ve duygular birey de farkındalık yaratarak kanaatler oluşturabilmekte, bu süzgeçten geçemeyenler bilince ulaşamadığı için de bilinç dışı ve yaşam dışı kalmaktadır. Bireyi insancıl yaşam ilkelerine ulaştıracak olan gerçek süzgecin AKIL, MANTIK, VİCDAN olması gerekirken, tamamen tersine, kişiliğin gelişmesine mani olan bu demir parmaklıklar insan vicdanında yükselebilecek çığlıkları bastırmaktadır
“Toplumun amaçları ile insancıl amaçlar arasındaki karşıtlar, çoğaldıkça iki çekinceli kutup arasında yalnızlığa itilme korkusu içindeki insan kendini paralar, durur ama tersine bir kimse aydın olma ve ruhsal gelişme durumu ile insanlıkla bir bütünleşme sağlayabildiği oranda toplum dışına itilmeye daha kolay katlanma gücü gösterebilir “ E.Fromm
Yani, sıradan insan gerçeği ancak toplum içinde yapmakla görevli olduğuna inandırıldığı işlevin gereği kadar fark edebilir ve uygular; Bu şartlandırılmanın dışında akıl, mantık, vicdan dengesi doğrultusunda davranabilme yeteneğini geliştirebilen, bu farkındalığa ulaşabilen kişi ise içinde bulunduğu toplumun belirlediği sınırları aşarak bir dünya insanı olabilme şansını yakalayabilir.
Bugün son derece ilerlemiş bilimsel metotlar ve teknik başarıların sonucu rasyonel bilgi dediğimiz akla dayalı bilginin önemi çok artmış hatta öyle bir noktaya gelinmiştir ki maalesef duyguları belirleyen, besleyen sözcükler yaşamda yerlerini teknik sözcüklere, böylece daha mekanik bir algılamaya bırakmaya başlamıştır.
Gerçeği sadece zihinsel benliğimizle değil, yüreğimiz ve ruhumuzla da yakalamaya çalışmalıyız
Bilinç, toplumun koşullayarak, damgalayarak biçim verdiği kişiliğimizin bir bölümünü oluşturabilir, ancak evrensel insanın derinliğini ve zenginliğini yakalayabilmek ancak vicdan kanalından gelecek uyarılara kulak vererek bilinçaltındakini bilince dönüştürmekle mümkün olabilir. Mantık ve duygular vicdan terazisinde müştereken eğitilmeli ve dengelenmelidir.
Bilinçaltındakini (veya bilinç dışındakini) bilince çıkarmak demek gerçekle hem akılcı hem duygusal yönden ilişki kurmak, böylece bilinç sahasını genişletmek, yükseltmekle mümkün olabilir.
Akılcı ve duygusal olmanın bileşkesi, sentezi ise DUYARLI olmak demektir. Duyarlılık, duyguların farkındalıkla dengelenebilmesidir. Birey farkındalığını artırabildiği oranda duyarlılığını da geliştirir.
Bu açıdan baktığımız zaman görürüz ki “aslında bilinç veya bilinçdışı ayrımı da gereksizdir. Sadece Bilinçliliğin farkında olma veya bilinçsizliğin farkında olamamak vardır”(E.Fromm)
Bilinci uyandırmak ve genişletmek demek, gerçeği örten perdeleri kaldırmak, karanlıktan aydınlığa doğru çıkmak demektir. Daha önce farkında lığına varamadığımız bir gerçeği sezme, hissetme,ve üzerinde düşünmeye başladığımız her an, her şey, bilincimizin o güne kadar bize doğru zannettiren, bizi yanıltan yüzünü görmemize yardımcı olacaktır.
Bireyin bilincini yani kendini, kişiliğini, karakterini ve bunların uzantısı olan düşünce ve davranış yapısını keşfetmeye başlaması içsel bir hesaplaşma ile olabilir. Bu ise akla dayalı olmaktan çok sezgisel bir eylemdir ve bireyin olgunluk, ruhsal tekâmül seviyesi ile doğru orantılıdır.
İnsanın önce kendi gerçeğine sonra evrensel gerçeğe uyanması demek olan bu olay İslam tasavvufunda sezgi ile kazanılan bilgi anlamında olan Hikmet; Hristiyanlıkta Catharsis, Zen Budizminde aydınlanma anlamındaki Satori ile ifade edilir.
Hepsinin amacı içimizde doğal olarak var olan ama bastırılmış bulunan iyiliğe dönük yaratıcı yönümüzü açığa çıkarabilmektir. Hedef doğamız gereği içinde yaşamak durumunda olduğumuz toplumda hep beraber mutlu olabilmektir. Bu ise ancak birbirimizle ve bütün canlılarla müşterek bir sevgi ve sorumluluk anlayışı içinde dayanışma halinde olabilmekle mümkündür.
AYDINLANMA DÜNYA GEZEGENİNDEKİ MENFAATİMİZİN VE GELECEĞİMİZİN BU GERÇEĞE GÖZÜMÜZÜ AÇMAK OLDUĞUNU ANLAMAKLA BAŞLAR.
AYDINLANMA DEMEK; BİR İNSANIN SADECE BEYNİ İLE DEĞİL, AKIL-MANTIK-VİCDAN SENTEZİNDEN SÜZÜLMÜŞ TÜM VARLIĞININ İÇSEL VE DIŞSAL DÜNYASININ GERÇEKLERİ İLE UYUMLU OLMASIDIR.
İnsanın ayırdın da olamadığı şeylerin sonradan farkındalığına varabilmesi yani aydınlanması, evrim geçirmesi ile, karakterini olumlu yönde, insancıl değerlere sahip olma yönünde değiştirebilmesi ile mümkün olabiliyor.
Gerçek aydınlanmanın kökeninde sezgi ile kavranmış dünya görüşünün sarmaladığı aklın yarattığı düşünce vardır. Sorgulayarak, cevaplar arayarak inancımızı pekiştirmeliyiz.
Spinoza bu gerçeği “ Akılcı bilgi ancak içinde duygusal bilgide içerdiği oranda evrimini gerçekleştirebilir” diye özetlemiştir.
Nitekim bu gerçek yüzyıl sonra bugünün gelişmiş bilim dünyasında da lQ (entelektüel algılama) kadar EQ (duygusal algılama )‘nın da önem ve gereği anlaşılmıştır.
Sonuç olarak bilinçdışını (veya bilinçaltını) bilince yükseltmek, onları bir kılmak demek; Kendimizi ve bize verilen değer yargılarını tarafsız bir yaklaşımla gözden geçirmek, kendi gerçeğimizi görüp bu gerçeği içtenlikle tanımlayıp olduğu gibi kabul ettikten sonra değişim için gayret sarf etmek, bu değişimimizi eylemlerimize yansıtarak yaşamımıza uygulamaktır. yani en gerçek olan doğruyu, HAKİKAT’i aramak ve onu yaşamak demektir Metot budur.
Freud “gerçek sizi özgür kılacaktır” derken demek istediği budur.
Oluşmuş ön kararların, önyargıların, ön kanaat ve değer yargılarının bağımlılığından sıyrılıp, tarafsız (zen öğretisindeki kendini boşaltmış olma hali) olarak gerçeğin kavranabilmesi, ve bu yeni gerçeğin ışığında yaşama bakabilmek son derece zor bir şeydir, çünkü bunun değişmez koşulu bireyin karakterini değiştirmesi gereğidir. Anahtar maddi değerlerin aşırı tutkusundan, kendini beğenmişlikten uzaklaşmak, hırs’ın doymazlığını yenmek, sevecenliği geliştirmektedir.
Bilincimizin evrimini (ruhsal tekâmül) gerçekleştirmeye çalışırken prensip daima bir uzak doğu bilgesinin dediği gibi “Geçmişe bakış açısı ŞÜKRAN, şimdiye ise HİZMET, geleceğe de SORUMLULUK olmalıdır” 
ARAL ERSİN/tekâmül yolcusu
aral.ersin@gmail.com

Bu blogdaki popüler yayınlar

KADER VE MUKADDERAT NEDİR / A.ERSİN

sevgi ve cinsellik 3

Ruhsal gelişim ve Realite kavramı