ATATÜRK VE BİLİNÇLİ İNANÇ
ATATÜRK ve BİLİNÇLİ İNANÇ /ARAL ERSİN
Mustafa Kemal Atatürk, büyük stratejist, üstün siyasetçi, zamanının çok ilerisinde olan devrimlerin kurucusu, dahi olarak adlandırılan lider. Churchill’in dediği gibi, ”yüzyılda bir dünyaya gelebilecek ender şahsiyet” Askeri, siyasi, sosyal ve ekonomi alanlarındaki ileri görüşü, inanılmaz sezgisi ile tarih sahnesine çıkmış ve bir milletin yeniden doğumuna önderlik etmiş olan lider..
Öyle bir lider ki onu diğer liderlerden de farklı ve üstün kılan kişilik özelliklerine sahip bir kişi.
“ Mustafa Kemal Atatürk, sömürgeci ve yayılmacı güçlerle dinci ve baskıcı kişisel yönetimden yurdumuzu kurtaran, demokrasi amaçlı, laik Cumhuriyeti kuran, tam bağımsızlığın, özgürlüğün, aydınlanmanın savaşçısı ve öncüsüdür. Örnek insanlığı ile evrensel bir kişidir.(Y.G.Özden)
M. Kemal Atatürk yeni çağın idraki açık, görüşü ve uygulamaları tamamen öze’e dönük aydın kişisidir...
“ bir asker düşünelimki dünyanın en parlak, en inanılmaz, en haklı askeri zaferini kazansın; ülkesinde ve bütün dünyada bir askeri deha olarak hayranlıkla tanınsın, övülsün. Ve O kişi; ”savaşlar mı ? İnsanlığın yüz karası desin.”
“Bir lider düşünün ki Kurtuluş savaşı henüz kazanılmamış; ülke henüz işgal altında. sayısız iç ve dış kaynaklı dertler kol gezmekte. Ve o, o günlerde ülkenin eğitimcilerini Ankara’ya çağırsın da geleceğin eğitim politikasını planlamak üzere Eğitim Şurasını toplasın. İşte yeniçağ insanından beklenen idrak açıklığı. gerçek inanç, gerçek sevgi, gerçek sorumluluk ve hizmet bilinci.”*(Turhan Olgaç)
Bir kumandan ki meydan muharebesinin arifesinde kim bilir ne zorluklarla bulunmuş ve önüne getirilmiş tavuğu görünce “bugün asker ne yedi? Sorusuna aldığı cevap üzerine tek bir lokma bile almadan masadan kalksın. Harbin sonunda Çanakkale’de ölen düşman askerleri için “ Deniz aşırı ülkelerden evlatlarını göndermiş olan anneler göz yaşlarınızı silin, oğullarınız bizim bağrımızda yatıyorlar, onlar bu topraklarda yaşamlarını kaybettiler ve artık bizimde çocuklarımız oldular” diyebilsin.
Derin bir düşüncenin ve evrensel bir sevgi anlayışının ürünü olan bunun gibi nice söz ve davranışlar aynı zamanda şuurlu bir inancında prensiplerini, içinde taşımaktadır.
Atatürk inanç konusunda da bilinçli inancı, bilerek, düşünerek inanmayı desteklemiş, dinin hurafelerden, putlardan temizlenmesini, dinin dogmalarından uzak, onların tutsağı olmadan , özgür düşünebilen, insan olarak sorumluluğunu vicdanında hissedebilen, yüksek ahlak sahibi bireyler olmamız gerektiğini hep ifade etmiştir.
O’nun yıllar önce “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür “ sözü ile çizdiği ideal insan portresi bugünün çağdaş, evrensel insani değerleri eşsiz bir şekilde belirlemektedir.
Sn.Turhan Olgaç’ın Atatürk ile ilgili bir konuşmasından ;
“Atatürk, bundan yıllar önce şuurlu inancı, gerektiği zaman sözleri ve eylemleri ile hayata yansıtan ilk insandır ve farklı bir çağın öncülüğünü yapmıştır. Atatürk’ten bir hayli nakil yapacağım ve hepside belgelere dayalı olacak. Örneğin: 30.10.1922 tarihli Meclis konuşmasından
“Arkadaşlar, Tanrı BİR’dir, Büyüktür. İlahi İradenin oluşumuna bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devirde incelenebilir. İlk devir insanoğlunu bütünleştirme devridir. İkinci devir ise insanlığın rüşt ve kemal (gençlik ve olgunluk) devridir.. İnsanlık birinci devrede tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından maddi vasıtalarla iştigal etmeyi (meşgul olmayı ) tercih eder.
Allah kullarının gerekli olan tekamül noktasına ulaşmalarına kadar, içlerinden bazılarını aracı kılarak onları ilahi vasfından haberdar etmiştir. Onlara Hz. Ademden itibaren doğruları ve doğru olmayanları bildirecek sayısız denecek kadar çok nebi ve peygamberler göndermiştir. Fakat peygamberimiz vasıtası ile en son hakkai-yi diniye ve medeniyyeyi (Hak dini ve medeniyeti) verdikten sonra aracı vasıtası ile insanoğlu ile temasta bulunmaya lüzum görmemiştir.”
“ Burada Atatürk Hz. Muhammed” den sonra yepyeni bir dönemin başladığını hissetmekte ve daha sonraki aktaracaklarımızdan da anlaşılacağı gibi artık insanlığın kendi kendine doğru yolu bulabilecek ve uygulayabilecek bir seviyeye geldiğini, en azından belirtmek istemiştir” (Turhan Olgaç Dostology dergisi )
Atatürk bu sözleri ile son derece net bir biçimde yeryüzündeki insanın çocukluk ve gençlik devri diye adlandırdığı süreçte, yani insan bilincinin olgunlaşmadığı dönemlerde, toplumların müşterek bir inanç, yüksek bir fikir ve ahlak prensipleri etrafında toplanabilmelerini sağlamak yönünde bilgilenmeleri için peygamberlerin vazifeli kılındığını, ve bu peygamberler aracılığı ile topluma Tanrının doğru yolu gösterici mesajlarının iletildiğini, böylece bilgilendirilen insanın daha sonraki dönemlerde artık başka öğretiye gereksinmesi kalmadan kendi bilinci ile doğru yolu bulabileceğinin belirlendiğini dolayısı ile Hz. Muhammed’den sonra neden bir başka peygamberin vazifelendirilmeyeceğinin çok açık bir izahını yapmaktadır. Burada Hz. Muhammedin “insan kendine teslim edilmiştir” sözünün Atatürk tarafından yapılan bir açılımını görmekteyiz.
Peki insanoğlu kendi kendine doğru yolu nasıl bulabilecek?, bu yolu gösterecek inancın bilgisine nasıl ulaşabilecektir ?,
Atatürk bu yolun er geç nasıl açılabileceğini şu sözleri ile gözler önüne sermektedir.
“Beşeriyet; idrak seviyesinin, ve idrakin tekamül etme derecesinin, Tanrının her kulunun içine yerleştirdiği ilahi bir duygu (ilhamat-ı ilahiye ) ile temas kurabilme kabiliyetine bağlı olduğunu kabul etmiştir. Bu sebepledirki Cenab-ı peygamber, Hak’ül Enbiya olmuştur ve kitab-ı Ekmel’dir; yani eksiksizdir.”
“Buda, Musa, İsa ve Hz.Muhammed tarafından söylenenler ve indirilen Kutsal Kitaplar, insanoğlunun hızla tekamül etmediği; vahşet, adaletsizlik, hastalık, toplu katliam şeklindeki harpler, korkunç doğa olaylarının hüküm sürdüğü devirlere ait olup; (gayeleri) bu insanları taptırarak ve korkutarak insanlığı doğruluk, dürüstlük vasfına davet etmekti; bu daveti ise peygamberler yapmaktaydı. Bugünün ilerlemiş insanı, şayet ahlaklı ve terbiyeli ise artık kendi iç dünyası vasıtası ile Allah’la aracısız temas etmek şuuruna, bilincine varmıştır.”
Atatürkün konu ile ilgili görüşlerine sofya ateşemiliteri iken yazdığı ZABİT ve KUMANDAN İLE HASBIHAL (Subay ve komutanla sohbet) adlı kitabından bir paragraf Sn. T.Olgaç’tan naklen;
“Musa, Mısırlıların kamçıları altında inleyen, ve özü itibarı ile bu baskı ve esaretten kurtulmak olan Yahudilerin beklentilerini vurguladı.( insanlığın Tanrı korkusu ile inandığı otomatizma realitesi) İsa, geniş halk toplumlarının çektiği ıstırap ve sefalet döneminde oluşmaya başlayan merhamet ve yardımseverliğin ne kadar gerekli olduğunu dini öğreti ile anlatmak yolunu tuttu. (insanlığın içinde uyanmaya başlayan sevgi, vicdan realitesi) Peygamberlerin gelişlerinin ihtiyaçtan olduğunu (bu dönemler) ortaya koymaktadır.”
“Özetle, peygamberler insanları istediği gibi kullanan kuvvetli fikirleri ve bu fikirleri şekillendirip yayan kimselerdir. Fikrin özü de hiçbir itirazın bozamayacağı mutlak bir şekille kendi kendini kabul ettirmektedir. Bu ise fikrin (zamanla) yavaş yavaş duygulara dönüşerek inanç haline gelmesi ile mümkündür. Böyle olduktan sonradır ki, onu sarsmak için bütün başka mantıkların, başka muhakemelerin hükmü olmaz.”*
Yukarıda bazı bölümlerini sadeleştirerek sunduğumuz satırlarında Atatürk, inanç oluşturan fikirlerin, düşüncelerin hangi yollardan geçerek,iman haline dönüştüğünü bilgi olarak vermektedir. Bilindiği gibi bu dönemler 1960 lı yıllardan itibaren alınan ruhsal öğreti tebliğlerinde otomatizasyon, sevgi dönemleri olarak isimlendirilen realite basamaklarıdır. Atatürk ruh yapısındaki bu bilgiyi sezgisel olarak anlatmakta ve yine bu bilgilerin hangi sebeplerle sarsılmaz bir hale büründüğünü açıklayarak şöyle devam etmektedir..
“Şimdi bizim sevk ve idare edeceğimiz insanların hangi emellerini (zamanla oluşmasını bekledikleri isteklerini) kendimizde biçimlendirip, oluşturmalıyız ki; onların kalplerini, onların güvenini kazanalım ve onlara bu manevi kuvvetle, Tanrının doğru yolunu tavsiye edebilelim. İnsanlarda ancak hayalin, idealin merkezileştireceği görünmez hassalara, görünür vasıtalarla mı hitap edeceğiz? Herhalde askerlerimizin (aynı zamanda insanlarımızın) ruhunu kazanmak bir vazife olduğu gibi, önce onlarla bir ruh, bir emel, bir karakter yaratmak ta, Tanrı’dan ve Medine de yatan Cenab-ı Peygamberden sonra bize düşüyor.”
Atatürk’ün bu sözlerine Sn.T.Olgaç ‘ın yorumunu da ilave edelim.;
“Bu, Atatürk’ün ilk defa, belki de son defa yüklenmiş olduğu manevi görevi kendi ağzı ile, kendi eliyle, kendi kalemi ile açıklamasıdır. Demek ki yapılmakta olan bir iş vardır. Bu şuurlu inancı, insan aklına değer verilen kısmiyle Hz .Muhammed başlatmıştır. Aradan 1400 sene geçtikten sonra görüyoruz ki; aynı işe, hatta bazı çevrelerde dinsizlikle, kafirlikle itham edilen Mustafa Kemal devam etmektedir. İnsanların ruhsal ihtiyaçlarını bulmak, ilham yollarını onlara açıklamak, onları bu yoldan kendilerini irşad (doğru yolu bulma) etmeyi öğretmeye, benimsetmeye çalışmak, peygamberlik döneminden şuurlu (bilinçli) inanç dönemine adım atmak demektir.”
Atatürk, burada yine çok önemli bir bilgiyi yani insanları korkutarak, tapındırarak disiplin altına alan ve onları itaat ettirme metodu ile doğru yola yönlendiren öğretilerin (şeriat ), ve peygamberler döneminin tekrarlanmamak üzere bittiğini, insanların ruhsal ihtiyaçlarını karşılayacak inançlarının, aradıkları doğru yolun, yüksek ahlaklı insan olma yolunun, insanlığın
yükselen ve genişleyen idrak seviyesi ile orantılı olarak, kendi imanlarından geçtiğini yine zamanımızdan çok önce belirtmektedir.
Atatürk’ün taassup ve zannı (öyle zannedildiği için inanılan) inançlara karşı söylediği ise şudur:
“Bütün Türk ve İslam alemine bakın, zihinlerini ve fikirlerini medeniyetin emrettiği değişikliklere uyduramadıklarından, büyük felaketler ve ıstıraplar içindedirler. Bizim de şimdiye kadar geri kalmamız ve en nihayet felaket çukuruna batmamız bundandır.”
“Arkadaşlar, Efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat, medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve taleplerini yapmak, insan olmak için kafidir.”
Atatürk’ün bu sözleri ile bizlere gösterdiği hedef, yıllar sonra, İnsan Hakları Evrensel beyannamesi olarak uygar toplumlarda yerini almıştır Memleketimizde ise durum maalesef bugün bile Atatürk’ün bu sözleri söylediği dönemden çok farklı değildir. O günde, bugün de. din adamı kisvesine bürünmüş pek çok kimse şeyh, mürit unvanlarını da takınarak din adına kendilerine çıkar temin etmekte, gerçek din bilgilerinin, dinlerin ana prensiplerinin etrafına adeta örümcek ağları gibi kabuklar örmektedirler.
Atatürk, dini böyle kabuklaşmadan kurtarmak istemiş bunun içinde ,düşünce özgürlüğünü insanın zihnine yerleştirebilmek ve bu özgürce düşünebilme gücünün oluşturacağı idrak ile insanın dinini, inancını bulabilmesini istemişti. Bunun için “Aklı hür, İrfanı hür, Vicdanı hür” bireylerin oluşturacağı bir toplum modelini hedeflemiş, zannı inançların ötesinde, sorgulayarak, sebep-sonuç analizi ile bilimsel mantık yürüterek doğru bilgiye, inanca ulaşılmasını hedeflemişti. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” derken dini inançlarda da kulaktan dolma dogmatik öğretilerin değil, kişinin bilimin ışığında özgürce düşünerek ve muhakeme ederek ulaşabileceği inancının en doğru yol olabileceği gerçeğini vurguluyordu. Kişinin eylemlerini, dinin dogmatik korkuları değil, pozitif düşünebilme yetisinden kaynaklanan akıl ve vicdanın oluşturacağı bilinci yönlendirmeliydi.
Yani insanoğlu önce aklı ile düşünecek(rasyonalizm), sonrada vardığı sonucu vicdanında tartarak, dengeleyerek eylemlerine aktaracaktır. Akıl ve vicdanın oluşturacağı bileşke gerçek inancında ölçüsüdür.
1927 yılında Kayseri de bir açılış töreninde, bir hocanın Arapça dua etmesi üzerine Atatürk şöyle der:
“Tanrı benim dilimden de anlar. O’na illa anlamadığımız bir dille, ne söylediğimizi iyice bilmeyerek dua etmek mi şart ?” (T.Olgaç Dost.dergisi)
“Atatürk burada anlamını bilmeden kulaktan dolma sözlerle Yarata’na ulaşılmaya çalışılmasındaki anlamsızlığını vurgulayarak, BİLEREK İNAN ve DÜŞÜNEREK İNAN, ANLIYARAK İMAN ET! diyebileceğimiz bilinçli inancın özünü son derece yalın bir açıklıkla dile getirmiştir”. (T.Olgaç )
ZABİT VE KUMANDAN kitabının 2. bölümünden ;
“ şüphe yok ki bizim milletimizin karakteri de bütün karakterler gibi yükselmeye, istenilen biçime girmeye elverişlidir. Fakat kendiliğinden olmak şartı ile.”
Burada da Atatürk vasıtasız ,bilinçli inancı ifade etmekte, insanoğlunun yaşam felsefesini, yaşamda yapması gerekenleri artık kendi idraki ile bulabileceği bir zihin seviyesine ulaşmış durumda olduğunu vurgulamaktadır.
Atatürk şöyle devam ediyor;
“Bilim ve teknik yönü ile bu kadar ileri olan insanlık, maalesef manevi yönünü ihmal etmiş, yapması gereken şeyleri bu yüzden geciktirmiştir. Bu sebeple de bilim ve tekniği manevi yönleri ile denetleyemez hale gelmiştir. Eğer bizim karakterimize hariçten, bizim karakterimizden farklı etkenler tarafından bir şekil verilmek istenirse, bundan doğacak hiç bir belirli model ve sonuç hasıl olamaz”( T.Olgaç a.g.e)
Atatürk’ün bu son derece önemli sözlerinin üzerini biraz daha açalım.
Bilim ve bilimin uygulama alanı olan teknolojik gelişmeler genetikte, uzayda, yepyeni ufuklar açmaktadır. En son genetik kopyalama İle ,teknoloji Tanrı ile adeta bütünleşmiştir. Teknoloji her ne kadar her gün daha gelişmekte, akla hayale gelmeyecek beklentileri karşılamakta ise de içinde hiçbir ahlak prensibi, vicdani normu taşımamaktadır. Tek bir düğmeye basarak ülkeleri yok etmesi mümkün olan teknoloji, adil vicdanı, adil paylaşımı, sosyal adaleti sağlayamıyor.Ne büyük bir çelişki.
Teknolojik gelişmeler şüphesiz gereklidir. ama üzerinde durulması gereken husus teknolojinin sağladığı avantajların, imkanların, adil ölçülerle , sosyal adalet anlayışı içinde kullanılmasıdır. İşte o zaman bu çelişkiyi minumuma indirebilme imkanı doğacaktır. Örneğin yüksek teknolojinin nitelik ve nicelik yönünden sağladığı üretim artışını muhtaç toplumlara kanalize ederek yardımcı olabiliriz. Böylece hem maddeten hem manen kalkınmalarına, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenerek ileriye doğru hamle yapabilmelerine kendilerini geliştirerek manen ve maddeten özgür toplumlar olmalarına olanak sağlarız. Böylece bütün insanlık için insanca yaşamak, insani değerlere ulaşarak manende gelişme ortamını yaratmış oluruz. Buna karşılık teknolojinin insanlığın zararına olan buluşlarla gelişmesinin faydasını anlamak mümkün değildir.
İşte bugün karşı karşıya olduğumuz bu acı gerçek için Atatürk nerede ise yüz yıl önce “hayatta en hakiki mürşit (doğru yolu gösteren) ilimdir derken, bir tehlikeye de işaret etmektedir. Şöyle ki;
çok açık ve net bir şekilde ilmin manevi değerlerle desteklenmesi, bilimin insanlığa hizmet yolunda geliştirilip, kullanılması gereğini söylemekte, aksi halde bilim insanlık tarafından denetlenemez, zararlı bir duruma gelecektir diye de ikaz etmektedir. Nitekim bugün gelişen bilim ve teknoloji insanoğluna yardımcı olacak, yaşam seviyesini yükseltecek atılımlar yaparken, diğer taraftan da insanlığın bir diğerini yok edebileceği bombalar yapmakta, gelişmiş ülkeler bu ileri teknolojileri sayesinde diğerlerini kontrol altına alarak sömürebilmektedir. Gelecek için büyük endişeler uyandıran bu adaletsiz ve ahlak dışı durumu eşsiz bir ön görü ile tespit eden Atatürk, İnsani değerlere böylesine inanmış, insanın kendini yüceltebilecek manevi değerlere haiz bir karaktere sahip ve evrensel bütünün bir parçası olduğunun bilincinde olan bir kişiliğe sahipti.
Nutuk’tan
“Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki; Sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların KANINDAKİ,VİCDANINDAKİ CEVHER-İ ASLİ ‘yi ( öz, ruh,) çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an bile feragat etmesin(vazgeçmesin)”
Yani Milletim seçeceği yöneticilerin sadece sözlerine değil, onların ne kadar saygın, sözünde duran, adil ve ulusun menfaatini her şeyin üstünde tutabilen vicdan sahibi kişiler olmasına her an dikkat etmelidirler.
“Baylar, birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve yazgılarını ve canlarını, falcıların, büyücülerin üfürükçülerin, muskacıların ellerin bırakan insanlardan oluşan bir topluluğa uygar bir ulus gözü ile bakılabilir mi? Ulusumuzun gerçek niteliğini yanlış bir yolda yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi adamların ve kurumların Yeni Türkiye Devletinde daha da çalışmalarına göz yummalımıydık ?, bu ilerleme ve yenileşme adına, en büyük ve onarılmaz bir yanılgı olmazmıydı? İşte biz, takrir-_i sükun Yasasından bu tarihsel yanılgıyı işlememek için, ulusumuzun alnını, olduğu gibi açık ve temiz göstermek için, ulusumuzun bağnaz ve ortaçağ anlayışlı olmadığını kanıtlamak için yararlandık.”
Burada da , Atatürk ‘ün toplumumuzda Yaratan ile kulu arasında hiçbir kimsenin giremeyeceği, özgür düşüncenin, özgürce düşünüp, yaşayıp inanabilmenin gerektirdiği ortamın temelini attığını görüyoruz..
Atatürk’ün bilinçli, bilgili gerçek müminlere (inanç sahiplerine) büyük saygısı ve güveni olduğunu da yine Nutuk’tan şu pasajda görüyoruz.
“ Efendiler, İsmi geçen Abdülkerim paşa, merhum, benim çok eski ve iyi bir arkadaşım idi. Çok namuslu, hamiyetli ve temiz kalpli bir vatanperverdi. Selanik’te ben kolağası o binbaşı olarak bir büroda çalışmış, senelerce hususi arkadaşlık etmiştik. Merhumun hal ve tavırlarından tarikat mensubundan olduğu anlaşılıyordu. Bazı tekkelere gittiği de görülmüştür. Fakat herhangi bir şeyhe mürit olduğunu bilen yoktur. Çünkü kendisini inanç ve ruhsal tekamül yolunda ileri bir derecede kabul ediyordu Çevresindekilere hazret, kutl v.s gibi kendisince onlarda gördüğü yetenek ölçüsünde makamlar verirdi.
Bana da Kutb-ul-aktab derdi”
Meydan Larus sayfa 251 de Aktab’ın mecazi anlamı; Tasavvuf ehli bir toplumun, cemaatin en üst derecesidir. Kutb-ül-aktab anlamı ise kutupların kutbu, yani her devirde tek olarak bulunduğuna inanılan en ulu kişi, Tanrının halifesi mertebesidir. (Sn. Olgaç bu ünvanın Tanrının emirleri ile insanları yöneten fakat bilinmeyen kimselere verilen bir isim olduğunu belirtmektedir).
Burada ilginç olan tasavvuf ehli ve marifet sahibi olduğu bilinen Abdülkerim paşanın dünya harbinden, Çanakkale savaşından ve istiklal harbinden çok önce Atatürk’e bu ismi vermiş, onu ileride yükleneceği görev ve sorumlulukların adamı,(vazifeli* bk.dip not 2) olarak görmüş, hissetmiş olmasıdır. Bu kehanete bugün para psikolojik literatürde “Durugörü” denildiğini biliyoruz.
Atatürk’ün bu unvanı hiçbir zaman dile getirip kullanmadığını sadece 27-28 eylül 1919 gecesi saat 9.30 da Abdülkerim paşa ile sekiz buçuk saat devam edecek olan özel yazışmasında kullandığını kendi Nutku’ ndan öğreniyoruz. Abdülkerim paşanın kendisini şifreli olarak bu kod adı ile telgraf başına çağırması üzerine ;
“Kerim paşanın arz ettiğim telgrafına cevap verirken, birazda onun tarz ve üslubuna uymuş olmak için cevabıma bende böyle başladım. Kutb-ül-aktab değiliz paşam, hitabını müteakip, şimdi cevap veriyorum dedim” (NUTUK.125-135 ve belge 109-112)
Atatürk mevcut bütün dinleri kucaklayan ama onların üzerine yükselmiş, herkes için anlaşılır ve kabul edilir bir bilinçli inancı da, hatta bu inanca kucak açmış Birleşik Dünya devletleri düşüncesini de dile getirmekte ancak o gün için bunun tatlı bir hayal olduğunu söylemektedir.
“Efendiler, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşünüşte, yani tefekkürde yükselip olgunlaşması Hristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizm den vazgeçerek basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak hale konulmuş alemşümul(dünyayı kapsayan) ,saf ve lekesiz bir dinin kurulması ve insanların şimdiye kadar kavgalar, pislikler, kaba istek ve eğilimler arasında bir safahat hanede yaşamakta olduklarını kabul ederek, bütün vücutları ve zekaları zehirleyen kötülük tohumlarını kaldırmaya karar vermesi gibi, Cihanşumul ittihad-ı hükümet (birleşik dünya devletleri) tahayyülünün tatlı olduğunu inkar edecek değilim”
(T.Olgaç a.g.e)
Atatürk, prensip olarak şeriata, insanların kulaktan dolma, korkuya dayalı inancına karşı çıkmakta, ama diğer taraftan bütün insanlığın sorumluluklarını pozitif bir bilinçle, akıl ve vicdanlarında özgürce hissedecekleri ortak bir inanç etrafında birleşebilmelerini de hayal edebilmekte, hatta bu ortak inancın etrafında toplanacak olan insanlığın oluşturacağı bir Cihanşumul devlet ve hükümetten (henüz tatlı bir hayal olsa bile) bahsetmektedir.
Bu demeçle ilgili olarak Sn. Olgaç’ın yorumunuda ilave edelim
“Bu inanç öyle bir inanç olmalıdır ki, hayatımızı olumlu bir denetim altında bulundursun ve özgür düşünceye kesinlikle halel getirmesin”.
Görüleceği Atatürk nerede ise yüz yıl öncesinden bugünün globalleşmeye giden dünyasını bir dilek olarak ortaya koymuş, onunla da kalmamış ilave olarak siyasi çerçevenin de dışına çıkarak bütün insanlığı kucaklayacak yüksek bir inancın etrafında birleşebilecek bir dünya toplumunun özlemini de belirtmiştir.
“İkinci bir saadetim olacaktır ki; o da mukaddes davamıza başladığım gün bulunduğum mevkie çekilebilme imkanımdır. Milletin sinesinde serbest( unvansız) bir birey olmak kadar dünyada bahtiyarlık var mıdır.? Vicdanında manevi ve mukaddes hazlardan başka zevk tanımayan insanlar için ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamın hiçbir kıymeti yoktur.”
Atatürk’ün bu bildirisinde maddiyata, statüye, güç sahibi olmaya hiç bir önem vermediği, buna karşılık manevi değerleri ne kadar üstün tuttuğunu anlıyoruz. Nitekim, Atatürk bu milletin önüne düştüğü andan itibaren ve cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı sürede hiç bir zaman mal, mülk peşinde olmamış, elindekileri de hayır kurumlarına vasiyet etmiştir.
Askeri okullarda öğrenim görmüş, bu sahada uzmanlaşmış bir kişinin yukarıda örneklerini verdiğimiz inanç konusundaki görüş ve açıklamalarının ne kadar bilinçli ve gerçekçi bir imana dayalı olduğunu inkar edebilmek mümkün mü? Bu sözler ancak, son derece yüksek bir ruhsal olgunluğa ulaşmış bilge bir kişiliğe ait olabilir.
Bir diğer örnek
G. Mustafa Kemal Atatürk’ ün 7.şubat 1923 tarihinde Balıkesir, Zağanos Paşa camiinde yaptığı konuşma
“Ey millet, Allah birdir. şanı büyüktür. Allah’ın esenliği, sevgisi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı hak tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir.Temel kanunu, hepimizce bilinmektedir ki,yüce Kur’an’ daki manası açık olan ayetlerdir.İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa ve gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uygun düşmemiş olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Tanrıdır.
Arkadaşlar, cenabı Peygamber çalışmasında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu. Biri kendi evi diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini Allah’ın evinde yapardı. Hazreti peygamberin mübarek yolunda bulunduğumuz bu dakikada milletimize, milletimizin bugününe ve geleceğine ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna eriştiren Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu fırsat ile büyük sevap kazanacağımı ümit ediyorum.
Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmasının gerekli olduğunu düşünmek, yani konuşup tartışmak, danışmak için yapılmıştır. Millet işlerinde her kişinin zihnini ayrı ayrı faaliyette bulunması zorunludur.
İşte biz burada din ve dünya için, geleceğimiz ve bağımsızlığımız için, özellikle egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum.hepimizin düşündüklerini anlamak istiyorum. Milli amaçlar, milli irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, milletin bütün bireylerinin arzularının, emellerinin sonuçlarından ibarettir” (Cuma konuşmaları, Doç.Dr.Osman Şekerci ,ragbet yayınları)
Atatürkün bazı çevrelerde hep söylenip, eleştirilen bazı yönlerinin de abartıldığını aşağıdaki örneklerle Sn. T.Olgaç ‘ın hatıralarından dinleyelim;
“Bir dostumuz vardı, Nizamettin Nefesli bey. kendisini tanıdığım yıllar Çamlıca’da PTT müdürü idi.
Atatürk zamanında Çankaya’da yine aynı görevi yapmıştı. Köşkün bahçesinde ufak bir postahane varmış ve tüm PTT hizmetleri orada görülürmüş, çalışan personel sayısı az olduğu içinde sık sık gece nöbetlerine kalırmış. Onun anlattığına göre Atatürk çok erken kalkar ve bahçede yürüyerek kahvesini içermiş. Çankayada sık sık ziyafetlerde verilirmiş, ancak Atatürk çok defa 21.30- 22.00 arasında topluluktan ayrılır, istisnalar dışında sabaha kadar kalmaz, ama misafirlerinin eğlenceye devam etmeleri için gerekenleri yaparmış”.
“Atatürk sofrada oturanların çoğundan daha az rakı içenlerdenmiş. Buna karşılık çok kişi onu maalesef alkolik gibide göstermek, istediler.. Hatta ölüm sebebi olan sirozu da buna bağlamak isteyen çok kimse oldu. Ama bugün çoğumuzun bildiği gibi siroz içki içmeyenlere de musallat olan bir hastalıktır.”
“Bir gün Dolmabahçe de yine böyle bir ziyafet varmış ve biraz uzun kalmış. Ertesi sabah konuklarından bazıları ile kahvaltı ederken, Falih Rıfkı Atay bey ve benim çok yakın arkadaşım Mehmet Cenuvar ile babası da arada bulunuyorlarmış. Bir ara Falih Rıfkı bey “Paşam “ demiş “
bende sizin bir hatıranızı yazmak istiyorum” Atatürk de “yaz “ demiş “ancak bir şartım var. Dün gece olanları aynen yazacak mısın?”
Çünkü o gece biraz coşmuşlar, Atatürk zeybek oynamış. toplum kesimlerinin hafif diyebileceği olaylar cereyan etmiş. Atatürk’ün de işaret ettiği buymuş. Falih Rıfkı bey “tabii biraz rötuşlamamız gerekecek “ deyince Atatürk itiraz ederek karşılık vermiş “Yazacaksan olduğu gibi yaz, yoksa hiç yazma “
Sn.F.R.Atay’ ında anılarında da geçen bu konuşmada Atatürk’ün karakter olarak ne kadar dürüst ve doğru olduğunu, Mevlana’nın ifadesi ile “göründüğü gibi olan ve olduğu gibi görünmekten “ sakınmayan dürüst ve güçlü bir karaktere haiz olduğunu bir kere daha görüyoruz. Atatürk hiçbir zaman çıkar beklemeyen, inancı doğrultusunda uğraş verirken yaranma çabasına girmeyen, ödün vermeyendir. Bozguncu, şarlatan, yağcı tipler ile, arsızlar, yüzsüzler, özelliklede Din inancı arkasına saklanarak toplumu istismar edenler, ister dini ister ilmi taassupla ,tutucu bir ön yargı ile toplumun bilinçli bir şekilde manen gelişmesine mani olmak isteyenler, ondan tabidir hoşlanmazlar, ve onu samimi inanç sahiplerine olumsuz tanıtmaya çalışırlar.
Yukarıda Atatürk’ün “ Hayatta en hakiki mürşit ( doğru yolu gösterici) ilimdir” derken, hiçbir zaman manevi değerlerden uzaklaşmayı işaret etmediğini açıklamıştık. Buna ilave olarak, bu sözü ile Kuran da belirtilen “ “önce oku” ayetine uygun olarak eğitim ve öğretimin sağlayacağı mantıklı, rasyonel düşünebilme yetisini toplumumuzun kazanması gerektiğine de işaret ettiğini vurgulamak gerekir.. Çünkü akılcı düşünen beyin daima sorgular, sorgulama ise beyindeki idraki, farkındalığı geliştirir, bu ise zaman içinde sosyal ve siyasal dengelerdeki yanlışlıkların anlaşılmasını kolaylaştıracak böylece azınlığın özellikle ekonomik yönden çoğunluğu istismar ederek yönetmesine imkan vermeyecek, zaman içinde sosyal adalete dayalı bir denge oluşacaktır..
Bugün dahi Dinlerin vermek istedikleri hoşgörü ve sevgiye dayalı, adil paylaşımı ön gören mesajı orijininden uzaklaştırılarak tamamen farklı bir şekilde topluma yansıtılmakta, Tanrı’nın emirlerine uyulması halinde cennetle mükafatlandırılacakları saf, cahil insanların içine sadece bilinçsiz bir inanç şeklinde yerleştirilmektedir Böylesi bir toplumun devamı içinde din öğretimi adı altında Arapça olduğu içinde manası da yeterince anlaşılmayan, ezbere dayalı bir öğretim metodu sürdürülmekte, böylece bireyler kendi haklarını düşünme, talep etme bilinç ve bilgisinden uzak bırakılarak, cahil, fakir ve güdülen olmaya mahkum edilmektedirler.
Sosyal ve ekonomik yönden gelişmiş, demokratik, bilinçli toplumlardaki insanlar daima sorgulayarak itaat eder ve yönetenleri beklentileri doğrultusunda yönlendirir. İşte ileri toplumlarla geri kalmış toplumlar arasındaki fark. buradadır. zaman ise her geçen gün bu farkı geri kalmış toplumlar aleyhine daha da açmaktadır.
Atatürk bu gerçeği de eşsiz sezgisi ile yine çok önceden görerek bize doğru hedefi işaret etmiş ,bununla da kalmayarak modern okullarda, müspet ilimlere dayalı eğitim ve öğretimdeki birlik prensibini( tevhidi tedrisat) ortaya koymuştu
Akılcı düşünebilen ve Bilinçli inanca, imana sahip yüksek ahlaklı bireyler ve onların oluşturacağı toplum modeli Atatürk’ün özlemiydi. Bu özlemi ifade eden sözlerinden başka pasajları diğer sayfalarda da göreceğiz.
Şimdi Sn. T.Olgaç’ın anılarına devam edelim;
“Yine atatürk’ün kişiliğini gösteren ve herkesçe bilinmeyen bir olayı paylaşmak istiyorum”
“Elmalı Hamdi Yazır’ ın 9 ciltlik ‘Hak Dili Kur’an ‘ diye önemli bir eseri vardır. Bu eserin yazılışında Atatürk’ün büyük rolü olmuştur. Bu olayı Hamdi beyin oğlu Muhtar Yazır ‘dan dinledim. Kıyafet devri döneminde , o sırada İstanbul Müderrisi olan Hamdi Yazır bey ile Atatürk arasında bir anlaşmazlık olmuş. Atatürk şapka devriminin lüzumunda ısrarlı, Elmalı’nın dediği ise şöyleymiş.” Sen kafaların içindekini, üstüne bir şapka geçirerek bir anda düzeltemezsin” Atatürk te “dediğin doğru, fakat ben bu fikri bir anda gerçekleştirmek için değil, bunu bütün devrimlerle birlikte birer işaret taşları olarak, kaybolmasınlar diye bizden sonrakilere bırakmak istiyorum” tarzında yanıtlıyormuş. Sözün kısası Hamdi Yazır bey şapka devriminden sonra evinden çıkmamaya karar vermiş ve gerçekten de bunu uygulamış.
Bir zaman sonra Atatürk, Hamdi Yazır beyi bir kahve içme bahanesi ile ziyaret etmiş ve sohbet sırasında Atatürk latife ile karışık “ dostum, nasıl olsa evden çıkmıyorsun, bari çok lüzumlu olan bir şey yap. Doğru dürüst bir Kur’an tefsiri yoktur. Herkes aklına geldiği gibi o konuda bir şeyler söylemekte. Bu konuda otoritesin. Mademki şapkayı giyip sokağa çıkmayacaksın, öyleyse otur, bunu yap!”
Hamdi beyde “ şimdi anlaştık!” diyerek Atatürk’ün bu hatırlatmasından sonra, senelerce Kur’an-ı Kerim’i tefsire başlamış. Bunu bana anlatan oğlu Muhtar Yazır bey hukuk doktoru ve iktisatçı idi. İslamiyeti de en iyi bilenlerden biri, belki birincisi idi, ne yazık ki kendisinden yeterince yararlanılmamıştır.”
Sn. Turhan Olgaç’ın Atatürk’ün manevi kişiliği ve bilinçli inancı ile ilgili olarak anlattığı anılar, konumuz açısından gerçekten son derece önemlidir. Bu hatıraların bazıları başka kaynaklarda anlatılmış olsa bile, daha çok Atatürk’ün zeki, akıllı, dahi yönünü öne çıkarıcı tarzdadır. Halbuki böylesine özel bir insanın, memleketine böylesine hizmet vermiş bir görevlinin yüksek ahlak içeren, manevi değer yargılarını, ve hizmetlerini de bilmemiz, bilmeyenlere de anlatmamız gerekir.
Bu üstün kişiliğin toplumlara, toplum liderlerine, tüm İnsanlığa iki mesajı vardır ki onları da paylaşalım:
“ Beşeriyetin hepsini bir vücut ve her milleti bunun bir unsuru saymak icap eder. Bu vücudun, parmağının ucundaki acıdan, diğer bütün uzuvlar etkilenirler. Bu gün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguller. Bu itibarla insan, ait olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını da düşünmeli, kendi milletinin mutluluğuna ne kadar kıymet veriyorsa, bütün dünya milletlerinin de mutlu olmasına da elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Bütün akıllı adamlar takdir ederler ki, bu vadide çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin mutluluğu için çalışmak, diğer yoldan kendi huzur ve mutluluğunuzu temine çalışmak demektir.
Dünyada ve dünya milletleri arasında barış, dürüstlük ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan mahrumdur.” (Atatürk, T Olgaç a.g.e)
Bunun en çarpıcı örneğini bugün uluslar arası terörizm ile görmekteyiz. Ekonomik çıkarlar uğruna cahil ve fakir bırakılarak sömürülen ülkelerdeki insanlar, çarpıtılmış bir dini inanç veya siyasal ideoloji ile beyinleri yıkanarak adalet adına intikam için yönlendirilebilmekte, bu sonucu hazırlayan gelişmiş ülkeler yanı sıra bütün dünya ülkeleri de acı faturalar ödemektedirler.
Atatürk’ün 25.10.1931 tarihinde balkan konferansında söylediği şu sözlerde Bilinçli bir inancın, insana duyulan sevgi ve saygının bir başka örneğidir;
“İnsanları mesut edecek yegane vasıta onları birbirine yaklaştırmak, onları birbirine sevdirmek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarının teminine yarayacak hareket ve enerjidir. Cihan sulhu
(dünya barışı) içinde beşeriyetin (insanlığın) hakiki saadeti( mutluluğu), ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ile olacaktır.”
Bu sözler, manevi değerlere dayalı yüksek ahlak prensiplerini öğreterek önce bireyler, sonra toplumlar arasında bir ahenk, uyum sağlamak böylece ortak bir bilinç, farkındalık yaratarak yeryüzündeki bütün toplumların yükselen bir doğrultuda maddi ve manevi müşterek değerlere kavuşması bütün dinlerin de hedefidir.
Bugün orijininden oldukça saptırılmış olan bu hedefi Atatürk bütün insanlığa ve onlara yöneticilik yapmak isteyenlere seslenerek tekrar öne çıkarmaktadır ve şunu demektedir ki;
Değil aynı ülkenin insanlarının, dünyadaki bütün toplumları oluşturan insanların birbirlerini sevmeleri, birbirlerine karşı sorumlu olduklarını hissetmeleri, birbirlerine karşı hoşgörülü ve yardımlaşma içinde olmaları, insanlığı yücelten mutluluğa götüren yoldur. Bu toplumların liderlerinin de bu gaye uğruna çalışmaları esastır.
Bu derece anlamlı ve evrensel iki mesajı bir ruhani lider söylemiş olsa idi, ne kadar ön plana çıkarılırdı, ama Atatürk olunca ne yazıktır ki adeta üstü örtülmek, saklanmak istenmektedir.
Atatürk’ün insanoğluna bu mesajları, asırlardan beri “birbirinizi sevin, birbirinize karşı adil olun, haksızlık yapmayın” diyen bütün dinlerinde insanlığa mesajı değil mi ?
Bütün dinlerin özünü içinde toplayan bu mesajların sahibini inançsızlıkla, dinsizlikle suçlamak en büyük yanılgı değil mi?
Globalleşme adına bir araya gelmeye çalışan, ama diğer yandan da zayıf ülkeleri kendi ulusal çıkarları için istismar eden ülkelerin siyasi yöneticilerinin bu evrensel mesajdan öğrenebilecekleri çok şey var ama ne yazık ki; onlardan önce, bizlerin, bu ülkenin çocuklarının bu büyük insanı artık doğru tanıyıp, ondan öğrenecekleri var!
Önünde saygı ile eğiliyorum.
A.A.Ersin
.
Ref; Nutuk
Atatürk’ün söylev ve demeçleri
Zabit ve Kumandan. Cumhuriyet yayınları
Sn.T.Olgaç’tan alıntılar, rahmetlinin eşinin elindeki hatıratından, ve;
Dostluğa çağrı derneği, Dostology dergisi 1998-1999 yılları sayılarından yapılmıştır.
*Kuranın sadece Arapça okunmasında ısrar edenlere göre Allah’ın emirlerini başka bir dile çevirmek imkansızdır, İslamiyet ve Arapça arasındaki bu bağın neden bozulmaması gereğini ise Avrupalı araştırmacılar İslam ülkelerinin tek bir Arap imparatorluğu altında toplanmak istenmesi olarak izah etmektedirler.
Yorumlar
Yorum Gönder